Delil peşinde koşan bir teori - Mutasyonlar
Darwin'in ortaya attığı evrim teorisi ile Lamarck'ın evrim teorisi arasındaki farkı şöylece özetleyebiliriz: Lamarck, canlılarda evrimin ihtiyaçlar karşısında meydana geldiğini ileri sürüyordu; Darwin ise evrimi tamamen tesadüfle izah etmektedir. Tesadüfün ihtiyaca bu kadar uygun şekilde nasıl işleyebildiği sorusunu ise Darwin «tabiî ayıklama» ile izah ettiğini sanmaktadır. Yani ihtiyaca uygun olmayan değişiklikler zamanla elenmiş, geriye uygun olanlar kalmıştır.
İçinde yaşadığımız âlemin işleyişinden büsbütün habersiz bir kimse için bu izah tarzı akla yatkın gelebilir. Mesela bir akvaryumun içine bir balık, bir kedi ve bir kuş atsak, birkaç dakika içinde kedi ile kuş ölür ve geriye sadece balık kalır. «Tabiî seleksiyon« hükmünü icra etmiş, «kötüleri» ayıklayıp «iyiyi» yerinde bırakmıştır. Fakat tabii seleksiyona bu fırsatı vermek için önce elimizde akvaryum, su, balık, kedi ve kuşun bulunması gerekir. Gemiyi yüzdürmek için önce denize ihtiyacımız olduğu gibi, tabii seleksiyon adı verilen mefhumun (eğer var ise !) işlemesi için de önce elde hazır bir canlılar dünyasının mevcut bulunması şarttır. Evrim teorisi, geçerliliğini ispat edebilmek için işe baştan itibaren başlamak zorundadır. Oysa bir asırdır evrimciler tamamen ters yoldan hedefe varmaya çalışmaktadırlar. Evrim teorisini, bu cephesiyle, gökyüzünde muallakta duran (!) bir kule tepesine benzetebiliriz. Evrim teorisi, önce «tabii seleksiyon« adlı bu kule tepesini inşa etmiştir. Arkasından bu tepenin altına bir kaide gerektiği anlaşılmış ve «mutasyon« fikri ortaya atılmış ve sıra en sonra temele gelmiştir. Bir asırdır nasıl bu temelin kurulması için çalışılmakta, hayatın nasıl olup da tesadüfen ortaya çıkıverdiğini izah edecek formüller araştırılmaktadır.
«Evrimin henüz çözülemeyen sırları», «evrimin en karanlık noktası», «evrimin henüz izah edilemeyen cepheleri» gibi ifadelere, evrimcilerin yazılarında, tahmin edeceğinizin çok üzerinde bir sıklıkla rastlanmaktadır. Basit bir muhakeme ile, bu kurnazlığın altında yatan maksadı keşfetmek ve bu «henüz» çözülemeyen sırların, «çözülenlerden» çok daha fazla hayati önemi haiz bulunduğunu görmek mümkündür. Güya bir nal bulunmuş, geriye üç nal ve bir at gibi «basit» birkaç teferruat kalmıştır. Bu kadar basit ve ufak teferruat da, evrim teorisi gibi «kesinlik kazanmış», «ilmiliği ispatlanmış» (!) bir teoriye ne zarar verir !
İbret verici bir gayretkeşlik nümunesi karşısındayız herşeyi yaratan sınırsız ilim ve kudret sahibi bir Allah'ın varlığına kâinat dolusu delil varken, bu deliller ısrarlı bir şekilde bir kenara itilmekte, gözler bu delillere karşı inatla kapatılmakta; buna mukabil kâinatı tesadüf, tabiat gibi şuursuz ve varlıksız mefhumlarla izah edebilmek için aklın almayacağı derelerden su getirilmeye çalışılmakta, binlerce sene öncesinin putperestlerini bile güldürecek hurafeler ilim etiketi altında «yutturulmak» istenmektedir. Gökyüzündeki güneşi görmeye yanaşmayanlar, bir su damlasında güneşin aksiyle değil, bizzat var olduğuna deliller araştırmakta, takılıp kaldıkları yerleri ise «Bu da henüz çözülememiş bir sır» diyerek geçiştirdiklerine inanmaktadırlar !
Evrimcilerin «tabii ayıklama» fikrine ne derece taassupla bağlandıklarını ve her şeyi bu mefhumla izah edebilmek için ne kadar muhakemesiz hareket ettiklerini, Darwin'in şu sözlerinde açıkça görebiliyoruz :
Tabii seleksiyon kanunu artık keşfedildiği için [şeyhin kerameti kendinden menkul !], evvelce bana çok kuvvetli gelen, tabiatin bir plan neticesi var olduğu fikri çürütülmüş olmaktadır.
(Francis Darwin (Ed.), The Autobiography of Charles Darwin and Selected Letters, s. 63.)
Darwin'in büyük bir buluş olarak ilân ettiği tabii seleksiyon, olmayan birşeyi ayıklayamaz. Daha önceden canlı türlerinin, hem de bugünkünden çok daha fazla sayıda mevcut olması gerekir ki, tabiî seleksiyon bunlar arasında ayıklama yapsın ve geriye, bugün mevcut olanlar kalsın... Canlı türlerinin ilk defa ortaya çıkışı konusunda ise evrim teorisinin tam bir iflâsa mahkûm olduğunu, daha önce yaptığımız «bol sıfırlı» hesaplarla gördük. Kainatın ömrü boyunca bir tek proteini inşa edemeyen evrim teorisinin bu «henüz çözülemeyen sırrını» keşfetmek ve bir proteinden trilyonlarca defa daha kompleks hesapları gerektiren en basit bir canlıyı izah etmek için kaç tane kâinat ömrüne ihtiyaç olduğunu, artık hayal gücünüze havale ediyoruz. Biraz da bu boş temel üzerine kurulan hayalî kule gövdesine, mutasyonlara göz atalım.
Darwin'in evrim teorisi, canlılardaki farklılaşmaların mutasyonlar vasıtasıyla meydana geldiğini ve tabiî seleksiyonun böylece ortaya çıkan canlı türleri üzerinde hükmünü icra ettiğini ileri sürmektedir.
Mutasyonlar, DNA'lardaki şifre ve kodlarda «tesadüf, yanılma veya yanlışlıkla» meydana gelen değişikliklerdir. Hücre çekirdeğinde, irsi karakterleri ihtiva eden kromozomlarda bulunan DNA'larda tesadüfen bir hatanın vuku bulmasıyla mutasyonların meydana geldiğine inanılmaktadır. Meselâ kozmik işınlar, X ışınları, hararet gibi bazı sebepler DNA'lardaki molekül sıralanışında birtakım değişikliklere sebep olmakta, bu değişiklikler neticesinde ayrı ayrı cins canlılar ortaya çıkmaktadır !
Bir uçağı makineli tüfekle taradığımızı düşünelim. Kurşunlardan bir ikisi de motora isabet etmişse, uçağın düşmesi büyük ihtimal dahilindedir. Evrim teorisine göre bunun tersi olmakta, motor daha mükemmelleşmekte ve jet uçağı, süpersonik uçak olmaktadır.
Daha önceki bölümlerde bahsini ettiğimiz DNA molekülleri ise, jet motoruyla da, dünyanın en mükemmel bilgisayarlarıyla da mukayese edilemeyecek kadar kompleks ve mükemmel yapıya sahiptirler. Bunlarla rasgele oynayarak bir hücrede yeni bir enzim meydana getirmek, bir inekte kanat çıkarmak, bir solucanda belkemiği teşekkül ettirmek mümkün değildir. Böyle rasgele oynamaların ârızalara yol açmaktan başka bir işe yaramadığı laboratuar deneyleriyle de ispatlanmıştır. Mesela sirke sineği (drosophilia melanogaster) yıllarca laboratuarda radyasyona tâbi tutulmuş; neticede yeni sinek türleri değil, sadece göz rengi, vücut rengi değiş- miş, çelimsiz, hastalıklı, kesik kanatlı sirke sinekleri ortaya çıkmıştır.
Canlılar âlemindeki değişiklikleri mutasyonlara dayanarak açıklamaya kalkmanın akıllıca bir iş olmadığını görmek için uzak derelerden su getirmeye hiç lüzum yoktur. Etrafımızdaki hangi canlıya baksak, bu canlı vücudunun bir kaza neticesi bu hali almış olamayacağına dair hesaba gelmeyecek kadar çok delil buluruz. Karıncayı ele alalım.
5 binden fazla cinsi tesbit edilmiş olan karınca, yeryüzünde en bol bulunan böcektir. Bütün olarak vücut yapısı bir yana, karıncanın sadece antenlerinin dahi genetik şifrelerde meydana gelen kazalar sonucu çıkmış olabileceğini düşünmek cinnetten başka birşey değildir. Karıncanın antenlerini koparırsanız, tabiattaki en üstün içtimaî düzen olan karınca cemiyetinden eser kalmaz. Zira hayvanın duyu organları olarak hemen bütün ihtiyaçlarını bu bir çift anten karşılamaktadır. Antenler ve sair vücut organlarından başka, karıncanın yaşayış tarzı, bir karınca cemiyetinin kuruluş ve işleyişi ise, evrim teorisinin binlerce yıl uğraşsa izah edemeyeceği kadar harikulâdeliklerle doludur. Bir tek ana kraliçeden meydana gelen binlerce yavru karıncanın daha dünyaya gözlerini açar açmaz kendi aralarında teşkilâtlanıp görev bölümü yaparak bir anda mükemmel bir cemiyet kuruvermelerini evrim açısından açıklamaya imkân yoktur. Bu mükemmel düzeni genetik kodlara bağlayanlar, kodların böyle muhteşem bir neticeyi hedef alacak şekilde ve misilsiz bir maharetle tanzim edilmiş olması karşısında hayranlıklarını takdim edecek bir yer bulmakta güçlük çekmeyecekler mi?
Dahası var: karıncanın 5 bini aşkın cinsinden her biri, kendisine mahsus bir sahada, insanları imrendirecek bir şekilde ihtisaslaşma göstermektedir. Tarım ve hayvancılıkta karıncaların pek çok dâhiyâne usulleri milyonlarca senedir tatbik etmekte olduklarından belki de Darwin'in haberi yoktu; fakat yakın zamanların araştırmaları, bu konuda pek çok hayret verici müşahedeler ortaya çıkarmıştır. Bir misalini verip geçelim.
«Parasol» adlı bir cins karıncanın işi, ağaç yapraklarını kesip yuvasına taşımaktır. Hayvan bu yaprakları yuvada iyice çiğneyerek sünger haline getirir ve özel odalarda depolar. Yalnız bu depolama işleminin bir inceliği vardır : yaprakların yüzde 60 rutubet ve 25 derece sıcaklıkta muhafazası gerekir. Bunun için, yapraklar sıcaklık kontrolünü mümkün kılacak bir şekilde, aralarında muntazam boşluklar bırakılarak depolanır. Eğer toplanan yapraklar fazla kuru ise, bir geceliğine yuva dışında bırakılarak nemlendirilir; fazla nemli ise gündüz güneşte kurutulur. Bu arada beklenmeyen bir yağmur gelirse, ıslanmış yapraklar bir yana atılır ve yeniden yaprak toplama işlemi başlar.
Karıncanın bütün bu işleri neden yaptığını da söyleyelim. Yer altında uygun şartlar altında bekletilen yapraklar arasından bir müddet sonra mantar yetişecek ve karınca narince yetiştirdiği bu mantarları yiyecektir. Karınca, mahsulü alabilmek için en uygun şartları sağlamaya çalışmaktadır!
Binlerce karınca cinsinden sadece bir tanesi olan yaprak kesici karınca, insanın dünyaya gelişinden milyonlarca sene önce de bu ince sanatını maharetle icra ediyordu. Beyninin çapı bir milimetreyi bile bulmayan hayvancık, nasıl bu düzeni kurdu, insanın yüzyıllarca uğraşmadan sonra ancak keşfedebildiği ziraat mesleğinin inceliklerine nasıl vakıf oldu?
Bu sorunun cevabını tesadüflerde veya karıncanın kendi «dehâsında» aramak mümkün olmadığı gibi, mutasyonlarda aramaya da--eğer akıl ve haya ölçüleri içinde kalacaksak--imkân yoktur. Fosil incelemeleri, on milyonlarca sene öncelerine ait karıncaların bugünkünden farklı olmadığını ortaya çıkarmıştır. Muhal farz, karıncaların başka bir hayvandan mutasyonlar yoluyla geliştiğini bir an için tasavvur etmek istesek bile, sadece vücut yapısını ilgilendiren böyle bir faraziye, ne karıncanın muhteşem cemiyet düzenini izah etmeye yeter, ne de binlerce cins karıncanın akıllara durgunluk veren ihtisaslaşmalarını..
Tekrarlayalım : mutasyonlar, evrim teorisinin açığını kapatmak için sonradan vurulmuş iğreti bir yamadan ibarettir. Herhangi bir ilmi teoriden beklenecek şekilde delilden neticeye doğru gitmek, Darwin'in teorisinde takib edilen yol değildir. Bu teoride «evrim» peşin bir hüküm olarak kabul edilmekte, arkasından bu hükmü doğrulayacak «deliller» aranmaktadır. Bu hakikatin bizzat ev- rimciler tarafından da itiraf edildiğini belirtmeden geç- meyelim. Bunlar da taraftarlığını yaptıkları evrim teorisini «delil peşinde koşan bir teori» olarak vasıflandırmaktan geri kalmamaktadırlar." (Nigel Calder, The Life Games, s. 90)
Fakat yama iğreti durmaktadır ve evrim teorisinin açığını kapatmaktan âcizdir. Tam tersine, sadece mutasyon fikrinin akıl ve ilim süzgecinden geçirilmesi bile böyle bir «delil» üzerine bina edilmeye kalkılacak herhangi bir teorinin iflâsa mahkûm olduğunu gösterecektir.
Her şeyden önce, evrimcilerin anladığı manâda mutasyonların gerçekten cereyan etmiş olduğuna veya olabileceğine dair hiçbir delil ortaya konabilmiş değildir. Açıkçası, evrim teorisinin «delili» de kendisine halâ delil aramaktadır. Evrimciler, ihtimaliyet hesaplarına dayanarak, hemoglobinin her 100 milyon senede 8 mutasyon geçirmiş olabileceğini söylemektedirler. Oysa aynı ihtimaliyet hesaplarını, hemoglobinin meydana gelişi için kullanmaya yanaşan hiçbir evrimci görülmemiştir. Evrim teorisine geçerlilik kazandırma gayretlerinin ilim ahlâkıyla sınırlı tutulmadığını da buradan görüyoruz. Matematik hesaplar bile ancak arzu edilen neticeyi ortaya çıkarmaya aday olduğu zaman kullanılmakta, teoriyi iflâs ettireceği aşikâr olan yerlerde ise yanına bile yaklaşılmamaktadır. Günlük politikada sık sık rastladığımız bu tür davranışların, evrim teorisi bahis konusu olduğu zaman ilim dünyasında da kıtlığı çekilmemektedir.
İkinci olarak, mutasyon adı verilen genetik kodlardaki tesadüfi değişmelerin fayda değil, zarar getirdiği ve canlı vücudunu mükemmelliğe değil, ölüme doğru götürdüğü ilmî araştırmalarla da sabit olmuştur. Bir vida sebebiyle uçakların düştüğüne şahit oluyoruz, ama herhangi bir imalât hatasının daha üstün vasıflı bir uçak çıkardığına hiç rastlanmamıştır. Tıpkı bir kitaptaki tashih hatalarının, kitabı daha mükemmel hale getirdiğine rastlamadığımız gibi... Bu da yine evrimcilerin bizzat tasdik etmekten kendilerini alamadıkları bir hakikattir. Bunlardan birinin kendi ifadesiyle, «iş gören moleküllerde fazla sayıda değişiklik öldürücü tesir icra etmektedir.» (A.g.e., s. 90) Ne var ki bugün etrafımızda çok sayıda değişik canlı türleri görebilmemiz için geçmişte mutasyonların fevkalâde süratli bir şekilde işlemiş olması gerektiğini söyleyenler de yine evrimcilerden başkası değildir.
Daha da önemlisi, bir mutasyonun mevcut olmayan bir organı hiçbir zaman var edemeyişidir. Bir sürüngenin kuş haline gelebilmesi için dahili vücut yapısında (dolaşım ve solunum sistemleri, kemik teşkilâtı gibi) geniş çapta, ince ve girift değişikliklere ihtiyacı olduğu kadar, kendisinde mevcut olmayan kanat, tüy, gaga gibi yepyeni organlara da ihtiyacı vardır. Mutasyonlar bu ihtiyacı nasıl karşılar; kanatların, tüylerin, gaganın biçimini ve işleyiş tarzlarını planlayıp bu organları nasıl inşa eder, olmayan modeller üzerine nasıl iş görebilir?
Bu suallere cevap vermeye çalışırken, modern evrim teorisi Lamarckiz'me dönüş yapmak zorunda kalmakta ve çoktandır rafa kaldırılmış bir düşünceyi, yeni bir etiketle tekrar önümüze sürmektedir. İşte evrimcilerin bu soruya cevabı :
Tırtılların hücumuna uğrayan bir bitki, bu böcekleri kendisinden uzaklaştıracak kimyevi maddeler veya zehirler imal eden bir sistem geliştirebilir. Buna karşılık tırtıllar da bu bitkilerden korunmanın veya kimyevi savaşı kazanmanın yollarını bulup geliştirebilirler. Daha başka durumlarda da bitkiler ve böcekler birlikte, işbirliği yolları geliştirebilirler. Böylece bir çiçek, tohumunu böceklere taşıtabilmek için kendisini böceklere belli eder ve onları nektarla besler. (A.g.e., s. 64)
Lamarck'ın söyledikleri de esas itibarıyla bundan farklı şeyler değildi. Ona göre ihtiyaçlar karşısında fazla kullanılan uzuvlar zamanla gelişerek değişik canlı türlerinin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Modern evrim teorisi ise, tesadüfle başı derde girdiği yerde yine Lamarckizmin ihtiyaç prensibine başvurmakta ve bu defa yeni özelliklerin ihtiyaçlar karşısında, genetik kodlardan başlamak üzere ve yoktan inşa edildiğini ileri sürmektedir.
Fakat evrim teorisinin anlattığı mutasyonlar, tesadüf ve ihtiyacın işbirliğiyle de elde edilebilecek bir netice değildir. Bu iş için bir de sınırsız bir dehâ gerekir ki, yukarıdaki ifadelerden de takib ettiğimiz gibi, evrimcilerin elinde, bu dehâyı bitkilerde ve böceklerde aramaktan başka çare yoktur. İnsanlar haşere öldürücü ilâçlar imal edebilmek için yüzyılların tecrübelerine ve büyük tesislere muhtaçken, bitkilerin herhangi bir akla ve şuura sahip olmaksızın bu işi mükemmelen gerçekleştirmiş olmaları garip değil midir? Her bir böcek ve bitkide insan zekâsını milyonlarca sene geride bırakan bir deha ve kimyagerliğin mevcudiyetini peşin olarak kabullenmeksizin evrimcilerin bu görüş açısını benimsemeye imkân yoktur. Misal olarak, «kalkık kuyruk» (rove beetle-Ocypus olens) adıyla bilinen bir böceğin imal ettiği iki ilâca göz atalım.
Böcek bu ilâçları karınca yuvasına girebilmek için imal eder. Niyeti yuvaya girdikten sonra orada beslenmek ve karıncalarla bir arada yaşamaktır. Fakat karınca yuvasının girişindeki nöbetçiyi «atlatmak» hiç de kolay iş değildir. Nitekim kalkık kuyruk da karıncayı atlatmaz, fakat kendine hizmet ettirir! Bu iş için böcek, önce yuva girişine yaklaşır yaklaşmaz, daha nöbetçinin kendisine hücum etmesine fırsat vermeksizin, karnının ucundan salgıladığı bir damla ilâcı yere bırakır. Nöbetçi karınca bu bir damla ilâcın tadına bakar bakmaz davranışı değişir, düşman iken dost oluverir. Çünkü ilâç teskin edici bir ilâçtır ve tesiri de son derece süratlidir. Bundan sonra böcek, karıncaya ikinci ilâcını da verir. Ona, karnını yalatır. Karnının iki yanındaki guddelerden salgılanan bu ikinci ilâcın özelliği ise, hipnotize etmesidir. Gerçekten de ilâcı alan nöbetçi karınca sadece böceğe dost olmakla kalmaz, onu çenesiyle tutup kaldırdığı gibi doğru yuvanın içlerine, böceğin istediği yere götürür. Böcek de bu arada, taşınmada kolaylık sağlamak için yuvarlanıp top haline gelmeyi ihmal etmez!
Böceğin, sadece karıncaya böyle bir oyun oynaması fikri dahi aşikâr bir zekâ eseridir. Bu fikri gerçekleştirmek ise, çok daha fazla şeylere ihtiyaç gösterir. Karıncanın vücudunda istenen tesiri yapabilecek bir ilâcın formülünü çıkarabilmek için önce karınca vücuduna hakkıyla vakıf olmak gerekir. Sonra o ilâcı imal edebilecek bir fabrikayı diğer böceğin karnında yerleştirebilmek için ise çok daha fazla bilgiye ve maharete ihtiyaç vardır. Demek ki her iki hayvanın vücuduna birden vakıf olamayan birisi, akıl ve şuur sahibi olsa bile böyle bir tedbiri gerçekleştiremez!
Twitter Hesabımız: https://twitter.com/EvrimEvirim
Archive.Org Hesabımız: https://archive.org/details/@darwin_ve_evrim_teorisi
Facebook Sayfamız: https://www.facebook.com/Charles.Darwin.ve.Evrim.Teorisi
Reddit : https://www.reddit.com/r/Darwin_Evrim_Teorisi/