Evrim Teorisi Neden Tutuluyor? - İlim Adamları ve Hataları

 <<< Önceki Sayfa <<<


«Evrim teorisi eğer bu kadar asılsız bir iddiadan ibaretse nasıl kendisine taraftar toplayabiliyor ?» sorusu, sanırız pek çok kimsenin zihnini meşgul etmiştir. 

Bu soruyu gerektiğinden fazla merak çekici kılan, evrim teorisinin tabiatı hakkındaki yanlış kanaattir. Çoğumuz evrim teorisi denince ilmi bir konu karşısında bulunduğumuzu düşünürüz. Oysa evrimcilik ilimden ziyade bir inanç, daha doğru tabiriyle «inançsızlık» meselesidir. Bizim benimsemediğimiz ve hatta bize «saçma» gelen birçok parti programlarının yüz binlerce, milyonlarca rey toplamasını nasıl yadırgamıyor ve bunu, akıl ve mantıktan başka sebeplerle izah etmekte güçlük çekmiyorsak, mahiyet itibarıyla bir siyaset veya ideoloji meselesi haline getirilmiş bir teorinin birtakım çevrelerde kabul görmesini de garip karşılamamamız icap eder. Yalnız evrim teorisinin bir özelliği vardır : ilim adına ortaya atılmıştır ve «İlim yanılmaz, ilim adamları hata yapmaz» şeklindeki yaygın bir kanaati alabildiğine istismar etmektedir. 

İlim adamlarının da insan oldukları ve her insan gibi hataya kabiliyetlerinin bulunduğu, zamanımızda çok sık unutulan bir gerçektir. Hatta birçok kere bizzat ilim adamları da bu hakikatten habersiz davranmaktan kendilerini alamazlar. Bir fizikçinin gözünde evrim biyoloji ilminin konusudur; bu kadar biyolog evrimi müdafaa ettiğine göre, teorinin dayandığı bir şeyler mutlaka olmaIıdır. Bir biyoloğun nazarında da bu teori, kendisinden daha tecrübeli ve ünlü kişiler tarafından desteklenmektedir; o halde bir esası bulunmalıdır. 

Herhangi bir ilimde ihtisas yapmış olmanın insanı hatalı fikirleri savunmaktan kurtaramayacağına dair günlük hayattan da birçok örnekler saymak mümkündür. Mesela hukuk sahasında senelerce «ilim yapmış» ve etiketler kazanmış birçok kişinin, siyasi inançları uğruna dehşetli adaletsizliklere göz kırpmadan fetva çıkarabildiklerine dair misaller saymakla bitmez! Hukukta işlenen bir hatanın psikolojide, kimyada veya biyolojide işlenmemesi için ne sebep vardır? 

Gerçekten, ilim adamlarının sonradan kendilerini de hayretten hayrete düşürecek şekilde «oyuna geldikleri,» yanlış bilgi ve hükümlere dayanarak göz göre göre hatalı sonuçlara vardıkları zamanlar yok değildir. Mesela «Piltdown adamı» adıyla bilinen bir kafatası, yaşadığımız yüzyıl içinde ilim dünyasını alt üst edebilmiş ve evrim teorisinin müdafileri arasında yer alan devrin en ünlü ilim adamlarını kırk yıl müddetle aldatabilmiştir. Bu olayın gelişmesi üzerinde biraz göz gezdirmek, evrimci zihniyetin mahiyetini açığa vurması bakımından ibret verici neticeler ortaya çıkarmaktadır. 

Piltdown olayının zuhuru yüzyılımızın başlarına rastlar. İngiltere'nin Sussex şehrinde avukatlık yapmakta olan Charles Dawson adında bir amatör arkeolog, 1912 yılında bir gün British Museum'a gelerek müzenin jeoloji görevlisi Smith Woodward'a bazı kafatası parçaları göstermişti. Kendi ifadesine göre Dawson bu parçalardan ilkini 1908 yılında, Sussex yakınlarında Piltdown mevkiindeki bir kazıda bulmuş ve o tarihten beri bölgede yaptığı araştırmalarda diğer kafatası parçalarını çıkarmıştı. Parçalar oldukça eski gözüküyordu. Dawson ile profesyonel bir ilim adamı olan Woodward bu kafatası parçalarının yakın tarihlere ait olamayacağı fikrinde birleştiler. Fakat işin garip tarafı, son derece eski görünüşüne rağmen kafatası, modern bir insan kafatasıydı. 

Bundan sonraki araştırmaları Dawson ve Woodward birlikte yürüttüler. İki arkadaşın Piltdown bölgesinde yaptıkları kazılarda daha başka kafatası parçaları ve, en önemlisi, bir çene kemiği ortaya çıktı. Çene kemiği de tıpkı kafatası gibi çok eski görünüşteydi ve üzerinde iki tane azı dişi vardı. Ancak çene kemiği bir orangutana aitti. Bir farkla ki, azı dişleri, maymunlarda değil insanlarda rastlanan bir şekilde aşınmıştı. Her ne kadar çene kemiği tam eklem yerlerinden kırılmış ve böylece önceden bulunmuş olan kafatasına uyup uymadığını anlama imkânı ortadan kalkmış idiyse de, Dawson ve Woodward bu delil yetersizliğine fazla aldırmaksızın kemiğin ellerinde bulunan modern insan kafatasına ait olduğu neticesine vardılar. 

Ele geçen parçalar ortaya son derece şaşırtıcı bir manzara çıkarıyordu: maymun çeneli bir insan veya insan kafalı bir maymun... Bu kemiklerle birlikte bulunan diğer memeli hayvanlara ait fosiller üzerinde yapılan yaş tahminleri, bu garip yaratığın 500 bin sene önce yaşamış olması gerektiğini gösteriyordu. Bu çok eski bir tarihti, Demek ki maymun insan haline gelirken önce beyni tekâmül etmiş ve yarım milyon sene önce «insan gibỉ düşünen, belki de konuşan bir maymun» safhası geçirmişti ! 

Dawson ve Woodward bu garip mahlûkun adını «Eoanthropus dawsoni» koydular ve buluşlarını, 18 Aralık 1912'de toplanan Londra Jeoloji Birliğinde açıkladılar. Gerçi bu toplantıda, bulunmuş olan kemiklerin ayrı ayrı yaratıklara ait olabileceğini söyleyenler çıktıysa da Piltdown adamı, umumî olarak ilim adamlarının hüsnü kabulüne mazhar oldu. 

Takip eden üç sene içinde Dawson ve Woodward, Piltdown yakınlarında birkaç kemik parçası daha buldular. Bilhassa 1915 yılında Piltdown'daki ilk kazı mahallinin 3 kilometre ötesinde aynı cinsten bir kafatası ve çene kemiği parçaları daha bulununca ilim adamları, evrim tarihinin yeniden yazılması gerektiğinde ittifak ettiler. Artık delillerin sıhhatinden şüphe edenler, «Bu çene kemiğinin bu kafatasına ait olduğunu nereden biliyoruz?» diye soranlar çıksa bile bunlara kimse aldırış etmiyordu. Zamanın en ileri gelen paleontologları(taşılbilim), insan-maymun arası bir Piltdown adamının gerçekten yaşamış olduğuna kendilerini o derece inandırmışlardı ki, çeşitli ithamlara maruz kalmayı peşin olarak göze almayan bir kimsenin Piltdown çukurlarında bulunan kemik parçalarına dil uzatması imkânsızdı. İddia ilk ortaya atıldığı zaman bunu tereddütle karşılayan ünlü Amerikan paleontologu Henry Fairfield Osborn (18571935) bile 1921'de müzeyi ziyaret ederek kafatası ve çene kemiğini gördükten sonra fikrini değiştirmişti. Kemik parçaları karşısındaki hayretini «Tabiat sürprizlerle dolu» sözleriyle açıklayan Osborn, Piltdown adamının keşfini «insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında sonsuz öneme sahip bir buluş» olarak vasıflandırıyor. (Stephen Jay Gould, «Smith Woodward's Folly,» New Scientist (5 April 1979), s.44)

Evrimciler, Dawson'un bulduğu kafatası ile, evrim teorisinin belirsiz noktalarından birini de açıklığa kavuşturduklarını sandılar. O sıralarda evrimciler arasında «İnsanın önce beyni mi, yoksa vücudu mu tekâmül etti ?» münakaşaları yaygındı. Piltdown adamı ise orangutan çenesi ve insan kafatası ile, beynin daha önce tekamül ettiğini gösteriyordu. Tanınmış İngiliz antropologu Grafton Elliot Smith'in (1871-1937) bu konuda yazdıkları : 

Piltdown adamının en ilgi çeken tarafı, insanın evriminde ilk sırayı beynin aldığı yolundaki düşünceleri haklı çıkarmasıdır. İnsanın, kafa yapısının tekamülü sayesinde maymunluktan kurtulduğu fikri en gerçekçi görüştür. İnsanın çenesi, yüzü, ve tabii bütün vücudu maymun olan cedlerinin kabalığını büyük ölçüde muhafaza etmekte iken, beyni insan seviyesine erişmiştir. Başka bir tabirle insan önceleri beyni aşırı şekilde tekamül etmiş bir orangutandan ibaretti. İşte Pildown kafatasının önemi, bu hükümleri kesin şekilde doğrulamasından gelmektedir. (A.g.e., s.44) 

Devrin ilim dünyasının en önde gelen simaları, Piltdown kafatası üzerine böyle «kesin» hükümler bina ede dursun, bu kemik parçasına fazla itimat etmenin doğru olmayacağına dair bazı sesler de zamanla duyulmaya başladı. Kafatasının bulunuşundan 30 yıl sonra, 1940'larda Alman anatomist ve antropologu Franz Weidenreich (1873-1948), «Eoanthropus dawsoni [Piltdown adamı] insan fosilleri listesinden silinmelidir. Bu, modern insan kafatası ile orangutan biçimi çene ve dişlerin suni olarak birleştirilmiş şeklinden başka birşey değildir» diyordu. Durum böyleyken bu şüpheciliği yüzünden Weidenreich gibi dünyaca tanınmış bir kişi bile ağır suçlamalara muhatap olmaktan kurtulamadı. Weidenreich'e Ingiliz antropologu Sir Arthur Keith'ten (1866. 1955) gelen acı cevap : 

Bu, peşin hükümle kabul edilmiş bir teoriye uymayan gerçeklerden kurtulmanın yoludur. İlim adamlarının takip ettiği yol ise, gerçeklerden kurtulmak değil, bilakis teoriyi gerçeklere uydurmaktır. (A.g.e., s.43)

Ne var ki, Piltdown kafatasının doğruluğuna inanmış olanlar da birinci yolu seçtiler. Teoriyi gerçeklere değil, gerçekleri teoriye uydurmaya çalıştılar. Hatta bu hususta o kadar ileri gittiler ki, bir kedinin yemeye karar verdiği yavrusunun orasını burasını fareye benzetmesi gibi, Piltdown adamının müdafileri de, ellerindeki modern insan kafatasını, zamanla gerçekten maymun kafatasına benzetmeye başladılar ! Meselâ Smith Woodward, bu kafatasının, «beyin taşıma kapasitesini» 1070 cm olarak hesapladı. Neden sonra Sir Arthur Keith'in ısrarları üzerine Woodward bu rakamı, normal olarak 1400-1500 cm beyin hacmi bulunan modern insan için geçerli olan rakamların alt sınırına kadar yükseltebildi. Diğer taraftan Grafton Elliot Smith, bu kafatasında modern insanlara has olan bazı gelişmiş bölgelerin henüz belirmeye başladığına dair «şaşmaz deliller» görebiliyor ve «Bunu, şimdiye kadar kaydedilen en iptidaî ve en maymunumsu insan beyni olarak telakki etmeliyiz, Ceddinin zoolojik seviyesini kat'iyetle ortaya koyan bir çeneye sahip olan bir fertte böyle bir beynin bulunmasını beklemek gayet tabiidir» hükmüne rahatça varabiliyordu. Kafatasının bulunuşundan 36 yıl sonra, 1948'de yayınladığı bir kitabında ise Sir Arthur Keith, bu kafatasını bir maymun kafatası olarak tasvir etmekten geri kalmıyordu : 

Tıpkı orangutanda olduğu gibi, bu kafatasında da göz üstü çıkıntısı (supraorbital torus) bulunmamaktadır. Piltdown adamının alın kemiği, birçok noktalarda Borneo ve Sumatra orangutanlarının alın kemiğini andırmaktadır. (A.g.e., s.44)

Burada hemen belirtelim: supraorbital torus insanlarda da belirgin değildir. Bu çıkıntıya goril ve şempanzelerde rastlanır. Fakat ünlü İngiliz antropologu, her ne hikmetten ise, Piltdown kafatasını insana değil, orangutana benzetmiştir ! 

İncelemeler derinleştikçe, kafatasında maymunu andıran taraflar bulunduğu gibi, çene kemiğinde de insana benzer özellikler peş peşe ortaya çıkmaya başladı : meselâ Keith'e göre dişlerin kemik içine gömülme şekli maymunu değil, insanı andırıyordu ! 

Bu minval üzere ilim adamları, kırk yıl Piltdown adamının kafatasına kılıf uydurmaya uğraştılar. Gerçi 1949 yılında British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley (1911-1981) Piltdown adamının kemik parçalarını flor testine tâbi tutarak bu parçaların sanıldığı kadar eski tarihlere âit olmadığını gösterdi. (Kemikler, gömüldüğü yerden zamanla flor kaparlar. Bu sebepten, bir kemiğin (1) gömüldüğü yerin ihtiva ettiği flor miktarına, (2) burada gömülü kalış zamanına uygun olarak artan miktarda flor bulundurması gerekir. Piltdown adamının kemikleri ise yakın bir zamanda gömüldüklerini ortaya koyacak nisbette az flor ihtiva ediyordu.) Fakat bu netice dahi ciddi bir şüpheyi davet etmedi. Sadece kemiklerin tahmin edilenden daha sonraki bir zamanda toprağa girmiş olacağı düşünüldü, o kadar... 

Nihayet 1953'te Kenneth Oakley, Oxford Üniversitesinin anatomi bölümünden Sir Wilfrid Le Gros Clark ve J. S. Weiner ile beraber kemik parçalarını daha ciddi testlere tâbi tuttu. Parçaların birbiriyle dikkatli bir mukayesesi yapıldı, X ışını fotoğrafları çekildi, azot ve flor muhtevaları hassas şekilde ölçüldü. (Kemiklerin gömülü bulundukları müddet içinde flor muhtevaları artarken azot miktarında da düşüş görülmektedir. Azot testinin bir üstün tarafı, flor testinin fazla kesin netice vermediği yakın zamanlara ait kemikler üzerinde güvenilir şekilde tatbik edilebilmesindedir.) Bu testler, kemiklerin çok yakın bir zamanda, bu yüzyıl içinde, Piltdown çukuruna gömülmüş bulunduğu neticesini meydana çıkardı. 

Oakley ve arkadaşları, kemikleri aside koydukları zaman, kemik yüzeyindeki lekelerin kaybolup gittiğini de gördüler. Besbelli kemikler uzun zaman toprak altında kalmaktan dolayı «paslanmamış», fakat yüzeyleri, kemiklerin çok eski devirlere ait olduğu izlenimini verecek şekilde sun'i olarak lekelendirilmişti. 

Daha da ötesi, çene kemiği üzerinde bulunan dişler, yıpranmış ve aşınmış görünüşünü verecek bir tarzda eğelenmişti. Biraz dikkatli bir bakışla, dişler üzerindeki eğe izleri hemen fark edilebiliyordu. 

Netice 1953 Kasım'ında açıklandı : Piltdown adamı, profesyonelce gerçekleştirilmiş bir sahtekârlık mahsulünden başka bir şey değildi! Kafatası modern bir insanın kafatasıydı. Çene kemiği 10 yaşında ölmüş bir orangutana aitti. Dişler insan dişiydi ve orangutanın çene kemiğine monte edilmişti. Kemiklerin üzeri, potasyum dikromat adlı bir kimyevî madde ile lekelendirilmiş ve tarihî bir görünüş kazandırılmıştı. 

Bu açıklama ile Piltdown adamı, bir anda «Piltdown bombası» olup çıkıverdi. Her şey o kadar aşikârdı ki, «Sahtekârlığı kim yaptı?» sorusundan önce, nasıl olup da kırk yıldır bu aşikâr sahtekârlığın farkına varılmadığı sorulmaya başladı. Bir defa çene kemiğinin kafatasına ait olduğunu gösteren hiçbir ciddi delil yoktu. Eklem yerleri kırılmış olduğu için, bu kemiğin gerçekten bu kafatasına uyup uymadığı tespit edilemiyordu. Buna mukabil şüpheyi davet edecek pek çok şeyin daha önceleri dikkatleri çekmiş olması icap ettiğinde şimdi herkes birleşiyordu. Sahtekârlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark haklı olarak soruyordu : 

Dişler üzerinde yıpranma izlemini vermek için suni olarak oynanmış olduğu o kadar aşikar ki, nasıl olur da şimdiye kadar bu izler dikkatten kaçmış olabilir? (A.g.e., s.43)

Dişler üzerindeki aşikâr eğe izlerinden başka, dişlerin kemik üzerindeki yerleşme tarzı da bu dişlerin sonradan monte edildiğini açıkça gösteriyordu. Fakat bu konudaki hatıralarını nakleden Oakley, müzede Piltdown adamını ziyaret eden profesyonel diş hekimlerinin bile bu açık sahtekârhık izleri hakkında bir yorumda bulunmadıklarını kaydetmektedir. 
(Kenneth Oakley, «Suspicions about Piltdown Man,» New Scientist (21 June 1979), s.1014)

Bu sahtekârlığı kimin ne maksatla tertiplediği üzerinde de çok spekülasyonlar yapıldı, hatta kitaplar yazıldı. Bazıları Charles Dawson'u suçlu olarak gösterirken, daha başkaları bu tertibin Dawson'dan daha profesyonel birisinin işi olduğunu söylediler. Ancak Dawson ikinci kafatasının bulunuşundan bir yıl sonra, 1916'da ani bir hastalık neticesi ölmüş olduğu için bu mevzuda onun fikrini alabilme imkânı da çoktan ortadan kalkmış oluyordu. Daha başka isimler de ileri sürüldü. Sahtekârlığın ne maksatla yapıldığı hakkında ise üzerinde durulan ihtimallerden başlıcaları şöyle: 
İlim çevrelerinde çekememezlik, kıskançlık gibi olaylar nadirattan değildir. Belki Dawson'u çekemeyenlerden biri ona böyle bir oyun oynamıştı. Veya amatör bir araştırmacı olan Dawson'un kendisi, şöhret kazanmak veya profesyonelleri küçük düşürmek için bu oyunu tertiplemişti. Yahut bu iş, sonradan fazla ciddi bir mecraya dökülen bir şakadan ibaretti. 

Piltdown adamının bir sahtekârlık mahsulü olduğunun anlaşılmasından bu yana yaklaşık bir asır geçmesine rağmen hadise hala Batı dünyasının ilim meclislerinde dedikodu mevzuu olmaya devam etmektedir. Hadiseyi kimin tertiplediği bir gün anlaşılır mı, bilinmez. Ama Piltdown olayı ile çok iyi anlaşılan bir gerçek vardır : bütün insanlar gibi, ilim adamları da hataya kabiliyetlidir. Profesyonel bir dolandırıcının saf vatandaşa Galata kulesini satması veya Merkez Bankasını sahte dövizle aldatması nasıl mümkün oluyorsa, ilim âleminin en ünlü isimleri olarak bildiğimiz kimselerin de aldatılması pekala mümkündür. Bir şartla ki, dolandırıcı, kurbanının zaaflarını iyi bilmeli ve oyununu ona göre düzenlemelidir. Nitekim Piltdown olayı kahramanının da kurbanlarını iyi tanıdığı anlaşılmaktadır! 

Kamuoyu ilmin hatalarından değil, başarılarından haberdar edilir. Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda, hep hangi buluşun nasıl gerçekleştiğini okuruz, yoksa hangi tecrübenin nasıl başarısızlığa uğradığını değil... Ünlü bir psikoloji âlimine bir gün talebelerinden birisi sormuş : «Hocam, psikologlar bir de hatalarını ihtiva eden birer kitap yazsalar da başarısızlıkla sonuçlanan deneylerini anlatsalar olmaz mı?» diye... 

Kendi hatalarını anlatan bir kitap yazmış ilim adamı var mı, bilmiyoruz, ama meslektaşlarını bu açıdan oldukça acı ve kırıcı bir dille tenkit eden tanınmış bilginlere bir örnek olarak, DNA molekülünün yapısını keşfeden James D. Watson'un kitabından birkaç cümle alalım. Watson, asrımızın en büyük buluşlarından biriyle neticelenen çalışmalarına diğer ilim adamlarının vaktiyle ne gözle baktığını anlatırken şunları söylüyor : 

Tabii, DNA hakkındaki delilleri geçersiz sayan ve genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğuna inanmayı tercih eden ilim adamları da vardı. Fakat Francis böyle şüphecilere önem vermezdi. Bunların birçoğu, yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardı, İlim adamlarının anneleriyle gazetelerin anlattıklarına dayanan yaygın kanaatin aksine, önemli sayıda ilim adamı, sadece dar kafalı ve can sıkıcı değil, aynı zamanda tam bir aptaldır. Bunu fark edemeyen kimse başarılı bir ilim adamı olamaz.

(James D. Watson, The Double Helix, s.24)

Yaygın kanaatin tam tersine bir aşırılığa kaçarak ilim adamlarını gözden düşürmek niyetinde değiliz. Sadece her insan gibi ilim adamlarının da hatalı fikirlere ve peşin hükümlere sahip olabileceğini, aptal bir politikacıya rastlayabildiğimiz gibi, ilim adamları arasında da. Yaratanın kendisine bahşettiği zekâ gücünden azami ölçüde faydalanmak ihtiyacını hissetmeyen kimseler görmenin tabii bir şey olduğunu söylemek istiyoruz. Tabii bunun aksi de aynı derecede olması beklenir. Başka mesleklerde olduğu gibi, ilim adamları arasında da olgunluk timsali, fazilet sahibi, ilmin izzet ve vakarına hakkıyla malik kimseler göstermek, çok şükür, zor değildir. 

Hataya kabiliyetli olmak, şüphesiz, tek başına asılsız bir teoriyi «bilimsel gerçek» olarak benimsemek için yeterli sebep teşkil etmez. İnsanın bu özelliği, yine insana has daha başka özelliklerle birleştiği ve bunun üzerine bir de kesif bir propaganda ilâve edildiği zaman evrimcilik gibi bir hurafenin kabul edilmesi için yeterli şartlar hazırlanmış olmaktadır. Bu özelliklerin başında, nefsin sorumluluktan kaçma arzusunu saymak gerekir. 

Evrim teorisi, rasgele var olmuş, başıboş bir kâinat modeli ortaya koymakta ve bu fikri ısrarla işlemektedir. Tabii kainat tesadüfen var olmuşsa ve bir planın neticesi değilse, hedefi de yok demektir. Böylece bu mükemmel alemin niçin kurulduğunu, insanın ne sebeple yaratıldığını düşünüp bir gün hesap verme mecburiyetinde kalmaktan endişelenmek için yer kalmaz. 

Ne yazık ki evrimciler yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarının farkında değillerdir. Sadece Yaratıcısını tanıyıp «insan gibi» yaşamaktan ibaret bir sorumluluğu reddedenler, insana vaad olunan ebedi bir hayati ve ebedi bir saadeti de bu sorumlulukla birlikte reddetmekte ve her canlıyı bekleyen ölümü, ebedî bir yokluğa çevirmektedirler.

Diğer yandan, tıpkı bir çocuğun, annesi tarafından beğenilmek, onun hoşuna gitmek ve onun tasdikini almak ihtiyacında oluşu gibi, yetişkin bir insan da içinde yaşadığı cemiyetin tasdikini almaya kendisini muhtaç addetmektedir. Dişlerini söktürüp yerine altın diş taktırmayana kız verilmeyen köyler vardır. Buralarda delikanlıların, hiç sebep yokken sırıtarak size altın dişlerini göstermeye çalıştıklarını görürsünüz. «Çağdaş» veya «bilimsel» sıfatıyla takdim edilen her şeyi sorgusuz(akıl yürütmeden) kabul etmenin moda olduğu çevrelerde de evrimciliğin şampiyonluğunu yapmaktan gurur ve haz duyacak kimseler elbette bulunacaktır. 

İnsanların ot gibi toprak olup, yokluğa gömüleceklerini iddia eden evrimciler! Bizce ihtimali bile söz konusu olmadığı halde senin dediğin gibi çıkarsa (haşa!) bizim bir kaybımız var mı?
Ya benim dediğim gibi çıkarsa (aksini düşünmekten Allah'a sığınırım) o zaman ne yapacaksın?
Bu inançlarımızla hemen şimdi hangimiz zarardayız?

 <<< Önceki Sayfa <<<

Twitter Hesabımız: https://twitter.com/EvrimEvirim
Archive.Org Hesabımız: https://archive.org/details/@darwin_ve_evrim_teorisi
Facebook Sayfamız: https://www.facebook.com/Charles.Darwin.ve.Evrim.Teorisi
Reddit : https://www.reddit.com/r/Darwin_Evrim_Teorisi/