Evrimciler de tesadüfü ihtimal dışı sayıyor! - Hayatin başlangıcı

<<< Önceki Sayfa <<<

Yaptığımız ihtimaliyet hesaplarında hayatın «evrim»inden hiç söz etmedik. Hatta hayatın başlangıcına gelmeye de fırsat bulamadık. Sadece, hayatın meydana gelebilmesi için gerekli olan proteinlerden birkaç iptidai cinsi tesadüfün nasıl ortaya çıkarabileceği hesapları etrafında dolaştık, durduk. Yine de hesaplarımız, trilyonlarca adet kâinata sığmadı... 

Muhal farz, bu hesapları bir yana bıraksak da, hayat için gerekli olan proteinlerin kendiliklerinden her nasılsa ortaya çıkıvermiş olduğunu kabul etsek, mesele halledilmiş sayılır mı ? Farz edelim ki bir buzdolabını teşkil edecek parçalar, bir mühendisin müdahalesi olmaksızın kendiliklerinden meydana gelivermiş olsun! Bu parçalardan bir buzdolabı çıkarmak için yine de bir usta eline ihtiyaç vardır. 

Kaldı ki, buzdolabını teşkil edecek parçaların ortaya çıkışı sırasında da, mutlaka buzdolabının bir bütün olarak göz önünde tutulması gerekir. İmal edilecek her bir parça, bir diğeriyle âhenk teşkil edecek, diğerine yardım edecek ve birbirinin fonksiyonunu aksatmayacak bir tarzda yapılmalıdır. Buzdolabı kapağının yerini bir otomobil kapısı, bir parçanın yerini radyo hoparlörü, başka bir parçanın yerini çamaşır makinesinin santrifüjü alırsa ortaya hiçbir şey çıkmaz! En basit bir canlının vücudu ise buzdolabının yapısından çok daha komplekstir. En küçük bir parçasını maksada uygun ve işe yarar bir şekilde inşa edebilmek için, vücudun bütününü göz önüne almak icab eder. Bir tek basit proteinin yapısını göz önüne alamayan tesadüf, nasıl olur da bütün olarak bir canlı vücudunu, ve nihayet yeryüzünü şenlendiren milyonlarca cins ayrı ayrı canlı varlıkların vücut yapılarını hedef olarak alıp o hedefe doğru sağlam ve emin adımlar atabilir ? 

Hayatı tesadüfle izah etmeye meraklı olanların en ileri gidenleri bile zaman zaman bu konuda tesadüfün içine düştüğü aczi itiraf etmekten kendilerini alamamaktadırlar. İşte, zamanımızda evrim teorisinin başlıca şampiyonu olarak bilinen komünist bilim adamı Oparin'in kendi ifadesi : 

Her biri muayyen şekillerde ve kendisine has bir tarzda dizilmiş bulunan ve binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu ihtiva eden bu maddelerin [proteinlerin] en basiti bile son derece kompleks bir yapı arz etmektedir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil'in meşhur «Aeneid» şiirinin etrafa saçılmış harflerden rasgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir.
(A.I. Oparin, Origin of Life, s.132-3.)

Proteinlerin en basitinin bile kendiliğinden ortaya çıkmış olmasını bu kadar ihtimal dışı gördüklerini itiraf edenlerin, buna rağmen sadece bir proteinin değil, binlercesinin de değil, her biri harikulâde bir âlem olan milyonlarca canlı vücudunun meydana gelişini halâ tesadüfle izah etmek için çırpınışlarına mana vermek kolay olmasa gerek... 

Evrimciler bir noktayı hatırlarına getirmemekte, veya dikkatlerden saklamak için itina göstermektedirler : tesadüfün şuuru olmadığı gibi, elinde bir modeli de yoktur. Yeryüzünde hayatın yaratılmasından önceki devri hayalimizde canlandırmaya çalışalım. Bunu başarabilmek için, herşeyden önce bugünkü bilgilerimizin tamamını yok farz etmemiz gerekecektir. Ortada sadece güneş, hava, su ve kara var... Etrafta bir tek canlı yok, hatta «hayat» mefhumunun kendisi dahi yok... Önümüzdeki cansız elementlerin ve bileşiklerin bir araya belli bir nizam altında geldikleri takdirde hareket eden, çoğalan, çevreyi tesiri altına alan, yiyen, içen, kendi enerjisini üreten, yürüyen, koşan, uçan, öten, konuşan, düşünen, birbirleriyle münasebetler kuran, hisseden, acı çeken, sevinç duyan varlıklar haline gelebileceğine dair en küçük bir fikrimiz, etrafımızda en küçük bir örnek yok... Kendimizi cansız, fakat deha sahibi (!) bir varlık yerine koysak, bu şartlar altında bir hayat mefhumu icad edebilir miydik ? 

Kainatın en üstün ve akıllı varlığı insanın, bunca zekâsına rağmen yapabildiği herşey, meydana getirebildiği her eser, temelde taklit esasına dayanmaktadır. En mükemmel radarlarımızın çok daha mükemmelleri, birçok akılsız hayvanın vücudunda milyonlarca senedir işlemektedir. Bir Fantom uçağı, serçe kuşunun yanında son derece iptidai ve hantal bir âlet olarak kalmaktadır. Voyager füzelerininkinden çok daha mükemmel ve başdöndürücü bir seyahati, üzerinde yaşadığımız dünya 5 milyar seneye yakın bir zamandır sürdürmektedir. 

İnsan gibi akıl sahibi bir canlı, önünde model olmaksızın herhangi bir iş başaramazken, tesadüf dediğimiz ve yalnız hayat değil, varlık sahibi dahi olmayan bir meçhul mefhum, nasıl olur da yoktan bir «hayat» mefhumunu icad eder, o mefhumu madde üzerinde tatbik edebilecek planları yapar ve gerçekleştirir ?

İnsan dehasının dahi icat etmekten âciz kaldığı bir mefhumu şuursuz tesadüfün yoktan var ettiğini iddia edebilmek için, insanın en azından tesadüf kadar şuurdan mahrum olması lâzımdır. Sonra iş sadece hayat mefhumunu icat etmekle de bitmez. Cansız maddelerin, hayata zemin hazırlayacak bir şekilde tanzim edilmeleri gerekir ki, bu konuda da kör tesadüf, önünde hiçbir örnek olmaksızın çalışmak zorundadır. Mesele bu kadarla da bitmez : çiçekten sineğe, balıktan insana kadar milyonlarca cins canlının her birine, kendine has bir vücut modeli lâzımdır. Bu modellerden de her birinin yerine göre, kendisine münasip gözü, kulağı, burnu, solungacı, ağzı, kolu, kanadı, eli, ayağı, tüyü, kılı, saçı, iç ve dış organları olmalıdır. Yine iş bitmez: yunus balığının radara, yarasanın sonara, okyanus diplerindeki balıkların elektriğe, bülbülün tatlı nağmelere, gülün şirin bir yüze, insanın (evrimciler hariç !) düşünen bir kafaya, yavruların anne şefkatine ihtiyacı vardır. Kim bu ihtiyaçları vaktinden önce görüp tedbirini alacak ? 

Tesadüf mü, tabiat mi, cansız ve şuursuz madde mi ? 

Tesadüfün bir proteini bile imal etmekten âciz kaldığını gördük. Tabiatın da ondan imtiyazlı bir durumu yoktur. Üst tarafı, tabiat dediğimiz şey, kâinatta cereyan eden ve sonsuz bir ilim ve hikmet Sahibinin eseri olan kanunlardan başkası değildir. Bir ceza kanununun kendi kendine meydana gelip suçluyu kendi kendine yakalayarak cezalandırdığını iddia eden bir kimseye rastlamadığımız halde, tabiat kanunlarının kendiliğinden var olarak canlı bir dünyayı kendiliğinden var ettiğini, hem de ilim adına iddia edebilenlere rastlamakta güçlük çekmiyoruz. Ne kadar garip! Böylelerini, bir hesap makinesinin kullanma talimatını hesap makinesinin mühendisi zanneden divanelere benzetmek hiç de mübalağa olmayacaktır. 

Geriye kalıyor, hayatı yaratan ilim ve hikmetin, cansız ve şuursuz maddede saklı olabileceği ihtimali. Bu konuda da fazla söz söylemeye hacet yoktur. Anadan doğma kör bir adamın fotoğraf makinesini icat etmesini nasıl muhal görüyorsak maddenin de kendisi kör olduğu halde göz gibi dünyanın en muhteşem kamerasını teşkil edebilmesi, hissetmediği halde hisseden varlıklar kurabilmesi; işitmediği, konuşmadığı, düşünmediği halde işiten, konuşan ve düşünen yaratıklar meydana getirebilmesi, kendisi hayattan mahrum olduğu halde hayatı icat ve inşa edebilmesi de en az o kadar «imkansızın da imkansızı» karşılanmalıdır. Bu imkansız hakikati kabul etmenin günümüzdeki adı «bilimsellik» de olsa, mahiyeti cehaletten başka bir şey değildir. 

Hazreti İbrahim devrinin putperestleri bile, boynunda asılı baltayı gördükleri halde, büyük putun küçük putları parçalamış olduğuna inanmayacak kadar «akıllı»  idiler. Bugünkü evrimciler ise, kâinat dolusu maddenin hayatı yaratıp evrimlerden geçirecek kadar ilim ve kudret sahibi olduğuna inanmayı marifet sandıkları gibi, icat ettikleri hurafeye inanmayanları gerilikle, çağdışılıkla, yobazlıkla suçlayabilecek kadar cüretkâr ve mütecavizdirler !