Proteinler : Hayatın yapı taşları ve «sonsuz» ihtimaller
Hücre içindeki faaliyetleri incelerken derinlere indikçe ve daha küçük cihazlara doğru gittikçe, önümüze her biri akıllara durgunluk veren yeni yeni âlemler açılmaktadır. Bu âlemlerin ihtişam ve kompleksliğinden habersiz kimselerin hücreyi ve hayatı tesadüfle izah etmeye kalkması, «Cahil cesur olur» hükmünce bir derece anlayışla karşılanabilir. Fakat Darwin'den bu yana ortaya çıkan genetik, biyofizik, biyokimya, biyomatematik gibi düzine ile modern ilim dallarının gözlerimiz önüne serdiği iç içe âlemlerin ihtişamını tesadüf, tabiat gibi perdelerle saklamaya çalışmanın artık bir manâ ifade etmediği ve kimseye fayda sağlamayacağı aşikâr hale gelmiştir.
Hayatın meydana gelmesi kadar devam etmesinin de Darwin ve çağdaşlarının sandığı kadar basit bir hadise olmadığı bugün çok iyi bilinmektedir. Canlılığın devamı, hücrelerde her an devam eden binlerce olay ile mümkündür ve bu olaylar, taklit edilmeye kalkışılsa, dünya dolusu kimya tesislerinin çok yüksek hararetlerde başaramayacakları kadar zor ve karmaşık işlerdir. Halbuki vücudumuzda sayıya gelmeyecek kadar çok böyle olaylar, 36,5 derece hararette, her an bizim haberimiz bile olmaksızın cereyan edip gitmektedir.
Hücrelerimizde bu kimyevî faaliyetlerin meydana gelmesini kolaylaştıran cihazlara enzim adını veriyoruz. Enzimsiz hayat düşünülemez. Çünkü kolumuzu oynatmamız gibi çok basit görünen bir hadise bile birkaç merhale kimyevî reaksiyonların gerçekleşmesiyle mümkündür ve bu reaksiyonların arada enzimler olmadan vuku bulması, ortaya çıkacak büyük miktardaki ısının hayatı söndürmesi demektir. Enzim moleküllerinin devreye girmesiyledir ki bu reaksiyonlar kolaylaştırılmakta, hızlandırılmakta ve enerji sarfiyatı asgariye indirilmektedir. Enzim aracılığı ile yürütülen kimyevî reaksiyonların, enzimsiz meydana gelen reaksiyonlara nispetle 1 milyon ile 1 milyar defa daha randımanlı olarak cereyan ettiği hesaplanmıştır!
Enzimlerin de kendi aralarında ihtisaslaşmalar mevcuttur. Her enzim bir cins kimyevî reaksiyonu kolaylaştırmakla vazifelidir; başka cins reaksiyonlara karışmaz ve onları «ehillerine» bırakır. Bugüne kadar böyle 600'den fazla enzim cinsi tespit edilmiştir ve bu sayı devamlı olarak artmaktadır.
Hücrelerimizin içindeki yüzlerce mitokondriumun her birinde, 15 bin enzim bulunmaktadır. Bu enzimlerin de her biri, kendi sahasındaki faaliyetlerinde, saniyede yüz bin ile bir milyar molekül meydana getirebilecek bir kapasiteye sahiptir, Her bir enzimin hangi moleküle uyacağı ve onunla reaksiyona gireceği, ne görev yapacağı, ne kadar zamanda yapacağı bellidir. (Burada zaman da önemlidir, çünkü hücre gibi fevkalâde küçük bir yerde, devlet dairelerimizde olduğu gibi şişirme kadrolar barındırılmaz; herkes üzerine düşeni azamî gayretle yapmak zorundadır.) kimse görevinden bir an geri kalmaz. Ayrıca enzimlerin meydana gelmesi ve faaliyetlerinin düzenlenmesinde, hücrelerin genetik mekanizmalarının yanı sıra, salgı bezlerinden salgılanan hormonlar ve sinir ikazları da rol oynar. Kimse haddini tecavüz etmez.
Bütün bu iç içe geçmiş, rakamlarla ifadesine imkân olmayan yardımlaşma sistemlerinin kuruluşunu ve mükemmel işleyişini tabiata ve tesadüfe dayanan evrimlerle izah ettiklerini sananlara acımaktan başka elden ne gelir?
Şimdiye kadar tespit edilebilen bütün enzimlerin protein molekülleri olduğu anlaşılmıştır. Bir hücreyi meydana getiren bütün kısımların yapısında protein vardır. Hücrenin yapısında yağlar ve karbonhidratlar da bulunur, fakat bunların meydana gelmeleri de proteinlere bağlıdır. Bu yüzden, hücrenin yapısının büyük ölçüde proteinlere ihtiyaç gösterdiğini söyleyebiliriz. Kasların yüzde 30'u, karaciğerin yüzde 20-30'u, alyuvarların da yine yüzde 30'u proteinden ibarettir. Saç, kemik gibi su oranının düşük olduğu organ ve dokularda protein nispeti daha da artmaktadır. Canlıların büyümeleri, üremeleri, irsi özelliklerini nesilden nesile aktarabilmeleri gibi faaliyetler hep protein ihtiva eden maddeler aracılığıyla mümkün olmaktadır. Enzimlerden başka, hormonların bir kısmı ve canlıları bazı hastalıklara karşı koruyan antikorlar gibi mühim maddeler de protein yapısındadır.
Şeker, tuz gibi moleküllerle mukayese ettiğimizde, proteinler çok büyük ve karmaşık yapıda moleküllerdir. Hidrojen atomunun ağırlığını (1) kabul edersek, proteinlerin büyük çoğunluğunun molekül ağırlıkları 10 bin ile 100 bin arasında değişir. Bu arada molekül ağırlığı milyonları bulan proteinler de vardır. Protein molekülleri de kendilerinden daha küçük moleküllerden, amino asidlerden kurulmuştur. Proteinlerin yapı taşı 20 çeşit amino asiddir. Ancak bir protein molekülünde bu 20 çeşit amino asidin hepsinin birden bulunması gerekmez.
Amino asid molekülleri birbirlerine «peptid» adı verilen bağlar şeklinde irtibatlandırılırlar. Böylece meydana gelen protein zincirine «polipeptid» denir. Birbirinden farklı proteinler, değişik cinslerden amino asidlerin değişik sayılarda ve değişik sıralarda bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. İki protein aynı cinsten ve aynı sayıda amino asidlerden meydana gelmiş olsa bile, eğer bu amino asidlerin diziliş sıraları farklı ise, proteinler de farklı olur.
Yirmi çeşit amino asidin hepsini bünyesinde bulunduran ve toplam olarak 100 amino asid ihtiva eden bir protein molekülünü ele alalım. Bu proteinin, kendisine has yapıyı tesadüfen kazanmış olma ihtimali ne kadardır dersiniz?
Bu kadar molekülün, birbirleriyle 10 milyar milyar milyar milyar milyar milyar milyar milyar milyar milyar milyardan fazla şekilde birleşme ihtimali vardır. Yani, 1 rakamının önüne 100 tane sıfır koysanız, yine bu rakamı ifade etmiş olmazsınız. Ayrıca bu rakam, amino asidlerin mevcudiyetini peşin olarak kabul etmek ve tam bize lâzım olan sayıda amino asidi elde bulun- durmak şartıyla geçerlidir. Bir de işi atom seviyesine indirerek önce gerekli amino asidlerin gereken miktarlarda kurulmasını beklediğimiz takdirde, hesap büsbütün içinden çıkılmaz hal alır!
Çeşitli dokuların hücreleri, gördükleri işe göre farklı protein ihtiva ettikleri gibi, bir hücrenin içindeki çeşitli kısımlarda da ayrı ayrı proteinler bulunur. Bu sebeple bir hayvan vücudunda, çok sayıda protein cinsi bulunmaktadır. Yale Üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz, en basit bir canlının yaşayabilmesi için 239 çeşit proteine ihtiyacı olduğunu hesaplamıştır. Bununla beraber bilinen en küçük bakterilerden Mycoplasma hominis H 39'un, 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür.
En basitlerinden başlamak üzere bazı proteinlerin yapılarına kısaca göz atalım. Bundan evvel bir noktayı hemen belirtmek gerekir : proteinlerin molekül yapılarını ancak son otuz yıldan beri anlamaya başlamış bulunuyoruz. İlim adamları, bir proteinin yapısını keşfedebilmek için sabırla ve hassasiyetle yıllarını harcamak mecburiyetinde kalmaktadırlar. 1945'te bir peptid zincirindeki amino asidlerin diziliş sıralarını çözebilmek için çalışmaya koyulan İngiliz biyokimyacısı Frederick Sanger (1918-), en basit proteinlerden biri olan insülinin molekül yapısını ancak 1953'te keşfedebilmişti. Molekül ağırlığı 6000 olan insülin iki peptid zincirinden meydana gelmekte ve bu zincirlerden biri 21, diğeri 30 amino asid ihtiva etmektedir. Toplam 51 amino asidin, hayat için fevkalâde ehemmiyetli özellikleri haiz bir insülin molekülünü meydana getirmek üzere bir araya gelmeleri, belli bir düzene bağlıdır ve bu düzende, hangi amino asidin nerede yer alacağı, komşularıyla ne şekilde irtibat kuracağı tayin edilmiştir. 20 ayrı cinsten 51 amino asidin tesadüfen bu işi bir defalığına başarıvermeleri ihtimalini hesaplamak için, 20 rakamını, 51 defa kendisiyle çarpmamız icab eder ki, bu takdirde karşımıza çıkacak rakam, kâinatın ömürünün milyarlarca misline dahı sığmayacak kadar büyüktür.
Kaldı ki, insülini doğuran protein, ondan daha da büyük ve karmaşıktır. Hücre, insülini meydana getirebilmek için «proinsülins adı verilen ve 80'den fazla amino asid ihtiva eden bir zincirden faydalanır. Bu rakam. çeşitli hayvanlarda 81 ile 86 arasında değişir. Ortalama bir rakam olması bakımından, 84 amino asidli bir proinsülin zincirini ele alalım. Darwin'in harikulâde bir sanatkâr gözüyle baktığı kör tesadüf, bu 84 amino asidi, kaçta bir ihtimalle bir proinsülin haline getirebilir?
20 ayrı cins amino asid üzerinde kumar oynadığımıza göre, bu rakamı çıkarabilmek için 20'nin 84'üncü kuvvetini almamız gerekecektir. Böyle bir hesap sonunda elde edeceğimiz rakamı, 109 tane sıfırla ifade edebiliriz ! Oysa kâinattaki atom sayısını ifade etmek için bile bu kadar sıfıra ihtiyaç yoktur; «sadece» 79 sıfırla bu sayıyı belirtebiliyoruz. Başka bir tabirle, elimizde hazır durumda bulunduğunu tasavvur ettiğimiz amino asidlerin, tesadüfen bir araya gelerek proinsülin teşkil etmeleri, koca kâinatın ihtiva ettiği atom sayısının bin milyar kere milyar kere milyar mislinden sadece bir ihtimalden ibarettir!
Daha başka bir şekilde ifade edelim. İşi yine tesadüf ve tabiî seleksiyon açısından ele alarak, bu 84 amino asidin, mümkün olan her türlü şekilde birleşmeler yaptığını ve bunlardan ancak bir tanesinin, proinsülinin, ortada kaldığını farz ediyoruz. Böyle bir işlem için, değil dünyadaki amino asid sayısı, yukarıdaki hesaba göre kâinattaki atom sayısı bile yetmez. Varsayalım, malzemeyi «başka bir kâinattan» (!) Darwin'in hatırı için ithal etmiş olsak, bu defa da «yersizlik» problemiyle karşılaşırız. Zira, yine yukarıdaki hesaba göre, bu kadar malzemeyi koyabilmek için, içinde yaşadığımız kâinatın en az bin milyar kere milyar kere milyar misli büyüklükte bir kâinata ihtiyaç vardır!
İnsülin hormonu, proteinler arasında «en basitlerinden» sayılmakta ve hidrojen atomunun sadece 6 bin misli ağırlığa sahip bulunmaktadır. Buna rağmen, tesadüfe bırakıldığı takdirde bu kadar «basit» bir proteinin meydana gelebilmesi için kâinatın ne ömrünün, ne de hacminin kafi gelmediğini görüyoruz. Oysa midemizin sol alt tarafında yer alan 15 santim boyunda pankreas adlı bir bezimiz, salgıladığı diğer maddelerin yanı sıra insülin hormonunun milyonlarcasını da hiç ara vermeksizin ve mükemmelen imal ederek kanımızdaki şeker seviyesini muhafaza etmekte pek önemli bir rol oynamaktadır. Darwin, ölümünden 71 sene sonra molekül yapısı keşfedilen bu hormondan habersiz olduğu gibi, hiç şüphe yok, kendi pankreasının bu mahareti hakkında da bilgi sahibi değildi ! Fakat aradan geçen bunca zamana ve ilmin gözlerimiz önüne serdiği bunca muhteşem hakikatlere karşı hala inatla direnmeyi, birtakım peşin fikirlerin hatırı için hala Darwin'in tesadüf iddialarına körü körüne inatla sarılmayı mazur gösterecek bir sebep düşünülebilir mi ? Vücudumuzda pankreas gibi daha yüzlerce organımız ve trilyonlarca hücremiz kâinata sığmayan hesapların altından maharetle kalkabilecek bir şekilde çalışmaktadır. Bu cihazları, bizim yaşamamız için vücudumuza yerleştirip çalıştıran bir yaratıcıya minnet ve şükranlarımızı sunup ağız tadıyla yaşamak varken hayatı aklın almayacağı tesadüfler ve evrimlerle manâsızlaştırabilmek için çırpınmanın ne ilimle, ne de insanlıkla bağdaşır bir yanı yoktur.
Bu defa da orta çapta bir proteini ele alalım. Kanımızdaki en önemli protein olan hemoglobinin yapısı, 1967 yılında John C. Kendrew (1917 -) açıklığa kavuşturulmuştur. Sadece 51 amino asid ihtiva eden insüline karşılık hemoglobin, 574 amino asidin belli bir nizam içinde sıralanmasından meydana gelmiştir ve molekül ağırlığı 68 bin kadardır. Aradaki bu büyük farka böylece işaret ettikten sonra, tekrar tesadüf hesaplarına girmeye hiç ihtiyaç duymaksızın, tarafından her hayvan için değişik yapıda hemoglobin cinslerinin takdir edilmiş bulunduğunu belirtelim. Hatta insan hemoglobinleri arasında da 100'den fazla cins tespit edilmiştir. Bu ayrılıklar da rasgele değil, ihtiyaçlara göre takdir edilmiştir. Her vücut, kendine has proteinlere muhtaçtır, yabancılara tepki gösterir. Meselâ atların serumunu insana enjekte etmeye kalkmak, ağır hastalıklara, hatta ölüme sebebiyet vermek demektir.
Hemoglobinin en önemli vazifesi, oksijeni akciğerlerden alarak hücrelere taşımaktır. Bu iş için her hayvan türünde hemoglobinin nasıl bir yapıya sahip olması gerekiyorsa, Yaratan ona o şekli vermiş ve kanımızdaki her bir alyuvar hücresine, bize en münasip yapıdaki hemoglobin moleküllerinden 280 milyonunu yerleştirmiştir. Bir milimetreküp kandaki alyuvar sayısı ise 5 milyon civarındadır. Buna göre, yetişkin bir insan vücudunda 27 trilyon kadar alyuvar hücresi bulunduğunu ve bu alyuvarların da 7500 milyon trilyon civarında hemoglobin ihtiva ettiğini hesaplayabiliriz.
Vücudumuzun her saniye 10 bin alyuvar üretmek zorunda olduğunu da hesaba katalım. Bu, her saniye 3 bin milyar hemoglobin üretimi demektir. Kör tesadüfün eline, kâinatın ömrünün trilyonlarca misli kadar zaman versek bir tanesini üretemeyeceği bir molekülün trilyonlarcasını her an imal etmekte olan bir vücudun ne kadar muhteşem bir şekilde inşa edilmiş olduğunu görebilmek için biraz düşünmek yeter de artar bile...
Böylesine muhteşem bir şekilde inşa edilmiş bir vücuda, <<Kapı menteşesi insanın, canlı mafsalı tesadüfün işi>> diyebilen bir kafanın ne dereceye kadar yakışabildiğini de varın siz hesaplayın!
Twitter Hesabımız: https://twitter.com/EvrimEvirim
Archive.Org Hesabımız: https://archive.org/details/@darwin_ve_evrim_teorisi
Facebook Sayfamız: https://www.facebook.com/Charles.Darwin.ve.Evrim.Teorisi
Reddit : https://www.reddit.com/r/Darwin_Evrim_Teorisi/
